Psikolojiyle ilgilenmeye başladığımdan beri, bilinçaltı ve bilinçaltının potansiyeli beni etkileyen bir konsept olmuştur. Çünkü günlük yaşantımızda takındığımız bütün o tavırların, kafamızda olan bütün o düşüncelerin sadece bir kabuk olduğu ve ardı arkasında çok daha büyük şeylerin yattığı kanısındayım.
İnsanlar olarak deneyimleyebileceklerimiz ve hissedebileceklerimiz bu kadar derinken kendimizi bu kabuğun ve yarattığımız kalıpların arkasına hapsettiğimiz düşüncesi kafamı fazlasıyla kurcalamakta ve bir şeyleri farklı değerlendirdiğimiz, çözümlemeye başladığımız noktadaysa çok farklı notaların açılacağını düşünmekteyim.
Bilinçaltından söz etme sebebim de bu aslında. Çünkü günlük hayatta çizdiğimiz sınırlar, oluşturduğumuz bütün o kalıplar bilinçaltındaki o potansiyelin yanında aslında anlamsız kalıyor. Buna psikolojik değil de biraz felsefik, belki de romantik bakıldığında aslında öz denilen şey ve gerçeklik denilen şey ise bu potansiyelin altında yatıyor. Gerçeklik veya öz derken “hakikat” arayışından bahsetmiyorum aslında. Sadece herkesin gerçekten yapmak istediği şeyler, ulaşmak istediği noktalar var ve bu noktaların her ne kadar her şey subjektif olsa da insanın en azından o anki benliği ile olan uyumunu sorgulamak açısından söylüyorum.
Bütün bu sorgulamalar ise rüyalar kavramına itiyor beni. Bilinçaltına biraz da olsa bu şekilde sızılabildiğini ve o dünyayı keşfetmede aslında çok büyük rol oynadığını düşündüğüm için. Çünkü, saçma olarak nitelendirdiğimiz, birbirleriyle uyumsuz olduğunu düşündüğümüz bütün o rüyaların aslında kendimizle ilgili bir şeyleri temsil ettiğini ve o sembolleri çözümlemeye başladığımız anda bahsettiğim o notaları keşfedeceğimiz taraftarıyım.
Son zamanlarda sanata karşı artan ilgimle birlikte bu iki konseptin kesiştiğini görmekse gerçekten mutlu etti beni. Duyguların, düşüncelerin bir bakıma estetik bir şekilde ifade edildiği bu dünyada ise analitik ve logic olan bütün o kavramlardan daha sempatik bir dışavurumu olduğunu söyleyebilirim diye düşünüyorum. Bu kanaldaysa son zamanlarda ilgimi çeken kişi Sayna Soleimanpour oldu. Kendisi İran kökenli bir Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi ve daha çok ütopik konseptlere ve otoportrelere ağırlık veren bir sanatçı.
İşleri ise İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali’nden Louvre Müzesi’ndeki The Exposure Photography Award fotoğraf sergisine kadar farklı yerlerde sergilendi. Karantina döneminde Kadıköy sokaklarındaki otoportre işi ve Taksim’de İstiklal Caddesi’nde Edouard Manet’nin Kırda öğle yemeği resminden esinlenerek gerçekleştirdiği röprodüksiyon oldukça beğenildi.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Çok güzel konulara çok estetik şekilde değindiğini düşünüyorum ve bunu bir tepkiden ziyade duruş olarak değerlendiriyorum ki Türkiye’de böylesine altı dolu çalışmalar görmek beni çok mutlu ediyor gerçekten.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Aynı zamanda konuya amatör şekilde yaklaşsam da yaptığı çalışmalardaki tekniği, estetiği ve hepsinden çok yaratıcılığı beni fazlasıyla etkiledi. Postlarını incelerken ve yazdıklarını okuyarak yaptığı işleri keşfederken şöyle bir captiona denk geldim.
“Çocukken en büyük hayallerimden biri rüyâlarımın fotoğrafını çekebilmek idi, artık çekiyorum.”
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Ve gördüğüm anda gülümsedim. Rüyalarıyla ilişkisi kuvvetli olan insanlar ve yaptıkları, yarattıkları şeyler, birçok insanın kıramadığı bütün o kalıplardan uzak olması; beni fazlasıyla heyecanlandırıyor ki bu düşüncelerimde de yalnız olmadığımı fark ettim. Çünkü bu konu, aslında yüzyıllardır belki de bu şekilde romantik olmasa da birçok bilim adamı, psikolog ve filozoflar tarafından inceleniyor ve periyodik cetveli oluşturan Mendeleyev, sürrealist resimleriyle gözleri şenlendiren Dali gibi isimler ise rüyalarından esinlendiğini söylüyor. Hatta Dali’nin bir sözü var ki konuya pek tatlı bir dokunuş katıyor.
“Eserlerim rüyalarımın özenli bir icrasıdır.”
Bütün bunlar sizde de bi noktada da olsa gerçeklik algısını kırmıyor mu ? Sayna Soleimanpour’un bu konuyla ilgili de çok hoş bir fotoğrafı var.
Bu gönderiyi Instagram’da gör